Vedat Milor’un bilinmeyenleri: Sosyalist prens

Posted by

‘Sosyalist Prens’ başlıklı yazı şöyle:

Selma ve Fazlı Keşmir kardeşler Can’ın en yakın arkadaşlarıydılar. Selma kocası Oktay Milor’dan oğulları Vedat beş yaşındayken boşanmıştı. Onun kocası yüzünden düştüğü bunalımdan bir türlü çıkamadığını ve oğlu Vedat ile ninesinin ilgilendiğini biliyoruz. Vedat’ı seven bir de Can İren “ağabey” vardır. Selma’nın “Sosyalist Prens” diye takıldığı Can, ‘65 yılında Almanya’dan on yaşındaki Vedat’a “adam mektupları” gönderiyordu. Can’ın intiharından sonra, ‘70 yazında Tankçı Üsteğmen İlker Tuncay ile ikinci evliliğini yapacak olan Selma, ‘67 sonbaharında öğle vaktine doğru ailesinin Rota Apartmanı’ndaki dairesinde uyurken, elindeki bir gazeteyi sallayarak salona giren ninesi on iki yaşındaki Vedat’a, “Can intihar etmiş, bunu şimdi Selma’ya nasıl söyleyeceğiz?” diye sorar.

Selma Keşmir arkadaşına “Sosyalist Prens” diye takılırken, haklıydı. Çünkü, Can İren ayrıcalıklı bir ailedendi. Babası Nejat İren Mekteb-i Sultânî olarak girdiği okul Galatasaray Lisesi ismini aldıktan sonra mezun olanlardandı. Salih Can ‘41 yılında dünyaya geldiğinde Nejat İren Maliye’de hesap uzmanıymış. Ardından Gümrük ve Tekel Bakanlığı İnceleme ve Denetleme Kurulu’nda, İstatistik Genel Müdürlüğü’nde ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilâtı’nda çalışır. Amcası Cihat İren ise 27 Mayıs’tan sonra kurulan Millî Birlik Hükûmeti’nde 30 Mayıs 1960 ile 27 Ağustos 1960 arasında Ticaret Bakanı olarak görev yapmıştı. Nejat ile Cihat, Basın Kooperatifi Müdürü Kemaleddin İren ile Nevres Hanım’ın oğullarıydılar. Ancak, her ayrıcalıklı doğan çocuğun mutlu bir yaşam sürdüğü söylenemez; Nejat İren, Neş’et Önen ile Nafia Önen’in kızları Lâmia Hanım ile evlenmiş, ama Can küçükken boşanmışlardı.

***

Can’ın annesi Lâmia Hanım İngilizce öğretmeniydi; Vefa Lisesi’nde çalışırken, tuhaf bir olay yüzünden epey sıkıntı yaşamıştır. Kayıtlara nazaran, 14 Nisan 1961 günü ders anlatırken bir öğrencinin saldırısına uğruyor, Mehmet Emin Zorlu ismindeki bu öğrenci, önceden hazırladığı eşarp benzeri bir bezi Lâmia Hanım’ın boynuna dolamış; nefessiz kalan Lâmia Hanım da mosmor kesilip bayılmış. Mehmet Emin Zorlu öğretmenini kapıya doğru sürüklerken, çığlık seslerine sınıflarından fırlayan öğretmenler ve öğrenciler Lâmia Hanım’ı saldırganın elinden güçlükle almışlar. Mehmet Emin’in bir yıl önce de İstanbul Lisesi’nde de beden eğitimi öğretmeni Faruk Yurtcanlı’ya saldırdığı ve bu yüzden okuldan uzaklaştırıldığı böylelikle öğrenilmiş. Ancak, Mehmet Emin, disiplin kurulunda, Lâmia Hanım’a derslerde komünizm propagandası yaptığı ve Cemal Gürsel’e hakaret ettiği için saldırdığını söyleyince, Mehmet Emin değil, Lâmia İren tutuklanmış. Birinci Örfî İdare Mahkemesi’nin çoğunlukla aldığı kararla Lâmia İren altı yıl sekiz ay yirmi gün hapis ve bir yıl iki ay yirmi gün sürgün cezasına çarptırılıyor. Bu kararı Askerî Yargıtay dört noktadan bozunca, Lâmia İren on bir ay tutukluluğunun ardından ancak 15 Şubat 1962 günü tahliye ediliyor. Lâmia Hanım bozmanın ardından yapılan yargılamada 29 Aralık 1962 günü İstanbul 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde komünizm propagandası suçundan berâet ederken, Cumhurbaşkanı’na hakaretten bir yıl hapis cezasına çarptırılacaktır. Öğretmenini boğarak öldürmek isteyen Mehmet Emin Zorlu ise, İstanbul 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nce sadece iki ay on beş gün hapis cezasına mahkûm edilmiştir.

Annesiyle babasının boşanmasının ve annesinin mesleğinde başına gelenlerin Can’ı çok sarstığı muhakkaktır. Can İren’in ilk şiirleri Varlık dergisinin 485’inci (1 Eylül 1958) ve 497’inci (1 Mart 1959) sayılarında çıkmıştır ama, ona asıl ilginin başlaması intiharından sonradır. Önce Yeni Dergi’nin 42’nci sayısında (Mart 1968) “Can İren’in Şiirleri” bölümünde dokuz, ardından da Soyut dergisinin 52’nci sayısında (Ağustos 1969) üç şiiri yayınlanır. Sadece Rasih Güran Yeni Dergi’nin 42’nci sayısındaki yazısında Can İren’in intiharını herkesten farklı değerlendirmiştir. Tezer Özlü’nün Yeni Dergi’nin 49’uncu sayısında (Ekim 1968) çıkan “Amerikalı Komşum Willy” isimli hikâyesindeyse Can İren’in de ismi geçiyor. Şâirliğine karşın Can İren’in yaptığı resimleri görene ve onların saklanıp saklanmadıklarını bilene henüz rastlamadım, ama oğlunun vefâtından sonra annesinin ‘76 yılına kadar resim dalında bir “Can İren Ödülleri” yarışması düzenlendiğini biliyor, Zekai Ormancı, Mehmet Alagöz, Kemal İskender, Aydın Bilgin ve Atilla Tos gibi önemli ressamların da ödül kazandıklarını anımsıyorum.

***

Can İren, Almanya’dan Selma Keşmir’e gönderdiği 16 Mayıs 1965 günlü mektubunda, “Evet Selma, ölüm tehdidini duymaksızın çok mu genç ihtiyarladık, bilmiyorum ama, İstanbul’daki sıkıntımı, kendi hayatını İstanbul’da soyutlanmış bir biçimde sürdüren ve bunda prensliğini hisseden Prens’in sıkıntısıyla karıştırıyorum hep. Burjuva sosyalist aydınla, imparatorluk ve feodalite kalıntısı bir burjuvazinin içersinde senin deyiminle sosyalist bir prensin nasıl doğduğunu daha iyi anlıyorum böylelikle,” diyor. Selma Keşmir, tahmin ettiğiniz gibi, günümüzün meşhur yemek yazarlarından Vedat Milor’un annesidir ve Can’ın İstanbul’daki en yakın arkadaşıdır. İstanbul’daki yaşamını soyutlanmış bir biçimde sürdüren Can, kendisini “burjuva sosyalist aydın” olarak gördüğünden, ne kırsal zihniyetli sosyalistlerle ve ne de imparatorluk kalıntısı rantiye tabakasından arkadaşlarıyla sıhhatli bir ilişki kuramamamıştır. Alt ve orta sınıflardan solcu tanıdıkları burjuva olduğu için, rantiye tabakadan tanıdıklarıysa sosyalist olduğu için Can’ı ötekileştirmişlerdi. Ama bu yüzden de kimseye kızamamış, bütün suçu ayrıcalıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesinde bulmuştu. Yanlış anımsamıyorsam, bu durumunu da bir şiirinde “doğuşu suçluluk” şeklinde ifâde etmişti.

***

Vedat Milor’un ninesinin, kızının arkadaşı Can’ın intiharını bir felâket olarak görmesine karşın, merhumun meyhâne arkadaşlarının olayı onun gibi algıladıklarını hiç sanmıyorum. Muhtemelen arkadaşlarından bazıları Can’ın şiirlerinden bile haberdâr değillerdi. Bir kısmı içinse Can’ın intiharının ağırlığı, ancak Tezer Özlü’nün “Amerikalı Komşum Willy” isimli hikâyesindeki Can İren kadardı. Onlara göre çocuk sadece “kaplumbağayı ters çevirip” gitmişti. Can intihar ettiğinde Selma annesiyle birlikte Rota Apartmanı’nda yaşıyordu, babaannesinde kalan Vedat da hafta sonlarını orada geçiriyordu. Rota Apartmanı, Ayaspaşa’nın deniz tarafındaki sırtında, sağdaki Bağodaları Sokak’tan sapıp Kabataş’a inmeye kalkarsanız, Hacı İzzet Paşa Yokuşu’ndaki 12 numaralı binâdır. Deniz manzarasıyla, siyah dolgu içinde beyaz mermer parçalarının bulunduğu paledyen kaplı merdiven holleriyle ve mozaik dökümlü basamaklarıyla İstanbul’un ‘60’lı yıllardaki en güzel apartmanlarındandı.

Bağodaları deyince, benim aklıma ilk Hüseyin Rahmi geliyor, 17 Ağustos 1864 günü akşam ezanı okunurken Ayaspaşa’da doğdu, dört buçuk yaşına geldiğindeyse yirmi iki yaşındaki vâlidesi Ayşe Sıdıka Hanım’ı devâ-nâ-pezîr verem illetinden Ayaspaşa’da kaybetti. Oradan da Yakupağa Mahallesi’ndeki teyzesinin âguşuna gönderildi. Küçük hizmetçileri Nedime, lalası Agop, ihtiyar uşakları Hasan Dayı ve ufaklığa hediye getirilen Arap tayı Ceylân artık Ayaspaşa’dan anılarında birer solgun iz olarak kalmıştı. Hüseyin Rahmi’nin “Nimetşinas” romanında anlattığı Yakupağa Mahallesi ise maalesef 1911 yılındaki Aksaray yangınında baştan sona kül olacaktır. Bizi Rota Apartmanı’na götüren Bağodaları’ndan bir önceki sokaksa Beytülmalcı’dır, Ahmet Hamdi ustamız son yıllarını o sokaktaki 68 numaralı apartmanın 7 numaralı dairesinde geçirdi. Fikret Ürgüp, onun Beytülmalcı’daki dairesinin çalışma odasını en sevdiği insanların kokularıyla anımsadığını ve oradan hep rahatlamış olarak döndüğünü yazmıştı. Fikret Ürgüp’ün yıllar sonra az gerideki “Sağlık Sokak, No. 27/4” adresinde şekillenen büyük yalnızlığıysa, kanımca karısı Mahpeyker ve oğlu Hasan yüzünden yaşadığı hayâl kırıklıklarından daha fazla, Sait Faik’in ve Ahmet Hamdi’nin giderlerken ruhunda bıraktıkları boşlukları bir türlü dolduramamasından kaynaklanacaktır.

***

‘70’li yıllarda ayda birkaç defa Dolmabahçe’ye Fenerbahçe maçları için giderdim. Stadın ismi Mithatpaşa iken ‘70-’71 sezonunda Sasu’nun efsane frikiklerini, ‘71-’72 sezonunda Osman Arpacıoğlu’nun gollerini ve ‘72-’73 sezonunda Cemil Turan’ın çalımlarını hep Mithatpaşa’da seyretmiştim. ‘74 yılındaysa stadın ismi yeniden İnönü oldu, Fenerbahçe’nin otuz dokuz golünden yirmi sekizini atan Osman Arpacıoğlu ve Cemil Turan ikilisinin otuz maçta kırk üç puanla kazanılan şampiyonluktaki payları çok büyüktü. ‘74-’75 sezonunda Didi’nin teknik direktörlüğünde yedi gol attığımız Göztepe galibiyetini hiç unutamadım, ‘75-’76 ve ‘76-’77 sezonlarında ise Cemil Turan’ın tilkiliği yetmemiş, şampiyonluğu Trabzonspor’a kaptırmıştık. ‘77-’78 sezonunda Ivançeviç’i ve Antiç’i transfer etmiş, Cemil Turan’ın on yedi golüyle yeniden şampiyon olmuştuk. ‘70’li yılların son sezonunda Trabzonspor on üç galibiyetle ipi göğüslerken, bizim on beş galibiyetle ancak üçüncü olabilmemize hâlâ akıl sır erdiremiyorum. Bana sorarsanız, bütün sorun savunmadaydı derim, ‘76-’77 sezonundan beri Yılmaz Şen’in yokluğu hesaplarımızı bozmuştu. Her neyse, maç çıkışlarında genellikle doğruca Kadıköyü’ne geçmediğimi, stadtan Ayaspaşa’ya yürüyüp, oradan da İstiklâl Caddesi’ndeki sinemalara ve kitapçılara indiğimi anımsıyorum. Bu yürüyüşleri Fenerbahçe maçlarından bile daha keyifli bulduğumu yadsıyamam. Ne yalan söyleyeyim, ‘70’li yıllardaki Ayaspaşa, düpedüz tehnalıktı, Hilmi Yavuz’un da ‘80’li yılların ikinci yarısındaki Ayaspaşa’yı “tehnalığın tasviri” olarak ifâde etmesini okuduğumdaysa çok şaşırmıştım. Bundan da ‘70’li yılların Ayaspaşa semtinin ‘80’li yıllarda bile pek değişmediğini anlamıştım. Bildiğim kadarıyla Hilmi Yavuz ‘85 yazından beri Ayaspaşa’da oturuyor, şiirimizin yaşayan en büyük ustasını artık ara sıra Yeni Kibar Çıkmazı’ndan yukarı doğru yürürken görebilirsiniz. Eskiden hemen her gün Gezi İstanbul’a takılırdı, orası kapandıktan sonraysa haftanın bir iki günü dostlarıyla Cafe Marmara’da buluşmaya başlamış.

***

Cumhuriyet’in ilk ekâbir tabakasının tehnalığı olan Ayaspaşa’da ‘50’li yıllara kadar eski mesire mahallerinden bazı izlerin bulunduğunu söyleyenlere rastlamıştım. ‘85 sonrasında Ayaspaşa’dan Hale ve Besim Dalgıç’ın evlerine epeyce inmişliğim varsa da, mahaldeki mesire izlerini ben hiç görememiştim. Ancak, haklı da olabilirlerdi, çünkü Ayaspaşa sırtlarının mezarlıktan önce Müneccimkapısı, Samsonhâne, Ayas Paşa Havuzu ve Pelitçik Ayazması mesireleriyle bilindiğini Evliya Çelebi yazıyor. Samsonhâne Mesiresi’nin ismini Yeniçeriler ile seferlere çıkarılan samson köpeklerinin bakılıp yetiştirildiği çayırlıklardan aldığı muhakkaktır, Fatih Sultan Mehmed döneminde onlara Kabataş üstünde bir yaylanın tahsis edildiği kayıtlarda da görülüyor. Samson, saldırgan büyük harp köpeği anlamında olup, Evliya Çelebi de o köpekleri “katır büyüklüğünde” ve “aslan gibi” şeklinde tarif ediyor. Müneccimkapısı ise Samsonhâne yakınındaymış, bir şekilde Ali Kuşçu ile ilişkilendirilmiştir. Ona yakın da Pelitçik Mesiresi Ayazması vardır. Ayas Paşa Havuzu Mesiresi ise, 16’ncı yüzyılın başlarında vebadan taşlı köye taşınan kadın düşkünü Ayas Paşa’nın muhteşem havuzlu konağının bulunduğu mahal olmalıdır, günümüzdeki Saray Arkası Sokak’ın sağı solu işte, bir zamanların Cennet Bahçesi de orada açılmıştır. Yanılmıyorsunuz, Selim İleri’nin “Elimde Viyoletler” veya “Beklenen Sevgili” romanındaki Cennet Bahçesi’nden bahsediyorum. Orası birkaç kuşağın birinci dereceden yanık anılarını şekillendirdiğinden, zevk mendillerinden dökülenleri bir başka yazıya bırakacağım, ama şimdilik kulak zarlarınızda Selim İleri’nin Şahende’sinin “Çapkın! Senin ne işin var Cennet Bahçesi’nde?”sorusu kalsın ki, okuyacaklarınıza hazırlıklı olun…

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir